Bildiğiniz gibi son günlerin en moda beslenme akımı doğal beslenme ve
organik tarım. Şu sıralar kendini bilinçli kentli olmaya adamış herkes bu
dalgaya kapılmış gidiyor. BuGusto ise tüm bu “organik”, “ekolojik”, “doğal”
tarım ve beslenme mevzularının içyüzünü öğrenmek amacıyla işin mutfağından
biriyle, Pınar Kaftancıoğlu’yla çok
keyifli geçen bir söyleşi düzenledi.
Kimdir bu Pınar Kaftancıoğlu?
Pınar Hanım İstanbul’da doğup büyümüş, büyükşehrin ve modern hayatın
çilekeşliğine 1997 yılına kadar dayanabilmiş bir doğa tutkunu. 1997’de radikal
bir kararla tasını tarağını toplayıp önce Kuşadası’na yerleşiyor, birkaç yıl
sonra da Nazilli tarafında ailesi tarafından kalma birkaç araziyle kendi
aldıklarını birleştiriyor ve kendi çiftliğini kuruyor. Çiftliği kurmadaki tek
amacı kızı İpek’in sağlıklı ve doğal ürünlerle beslenmesini sağlamak ve bir de
tabi ki erken emeklilik hayalleri. Gel gelelim çiftlik beklenenden ve
ihtiyaçtan çok ürün veriyor. Pınar Hanım önce bunları İstanbul’daki arkadaşlarına
dağıtıyor, daha sonra o arkadaşların eşi dostu da bu ürünleri istiyor, bu
şekilde kulaktan kulağa talep artıyor ve Pınar Hanım ticaret yapmak istemeden
ticaretin ortasında buluveriyor kendini. İpek
Hanım Çiftliği’nin kurulma hikayesi bu şekilde...
Sistem nasıl işliyor?
İpek Hanım Çiftliği ürünlerinden denemek isterseniz yapmanız gereken şey
mail listesine üye olmak. Pınar Kaftancıoğlu her hafta yeni mahsüllerin yer
aldığı ürün listesini yolluyor, oradan istediğiniz üründen istediğiniz miktarda
sipariş veriyorsunuz. Listede domasten tutun salçaya, yumurtadan erişteye kadar
bir sürü şey bulmak mümkün. Türkiye’nin neresinde olursanız olun paketiniz
kargoyla kapınıza geliyor. Ödemeyi ise ürünleri teslim aldıktan sonra
yapıyorsunuz. Hatta kargo ücreti belli bir miktarın (8,5 TL) üzerine çıkarsa, kalan
miktarı yollamanız gereken ücretten kesebiliyorsunuz. “Ee bu nasıl iş, o zaman
ürünleri alıp ödeme yapmayan çıkarsa ne oluyor?” dediğinizi duyar gibiyiz. Pınar
Kaftancıoğlu bu işi yıllardır karşılıklı güven ve samimiyet mantığıyla yapıyor,
ona göre iyi niyetle yapılan işler asla karşılıksız kalmaz. Söyleşide sürekli
kendini gösteren bu optimist tavır hoşumuza gitmiyor desek yalan olur.
“Para kazanmak amaç olmamalı, kim olmak istediğinizi de düşünün.”
“Ticaret yapıyor” dediğimize bakmayın, Pınar Hanım bu işi insan hayatına ve
sağlığına verdiği değer yüzünden yapıyor, kar amacı gütmediğini söylüyor bize.
Zaten reklam, pazarlama işleriyle de pek alakası yok gibi gözüküyor. Bunun da
bir pazarlama tekniği olduğunu söyleyenler vardır tabi, ancak kendi yağında
kavrulduğunu belirten Pınar Hanım’ın samimi tavırları bunlara pek de ihtiyacı
yokmuş hissi uyandırdı bizlerde.
“Ege’nin köy ürünleri zaten yüzyıllardır organik!”
Pınar Hanım’ın en çok eleştirdiği konu ise son yıllarda giderek popülerleşen
organik tarım meselesi. Firmaların verdiği sertifikalarla her yerde ve her
koşulda “organik” tarım yapılabilmesine karşı duran Pınar Hanım, bu yüzden
kendi yaptığı işi organik değil, Anadolu tarımı olarak tanımlıyor. Zaten
eskiden Anadolu’da köylerde yapılan ilaçsız tarım uygulamalarının tümü doğal ve organik. Pınar Hanım’ın, bugün
İstanbul’da açılmış olan popüler organik pazarları da bu sertifika meselesi
yüzünden pek samimi bulmadığını öğreniyoruz.
“Kahvaltı sofralarını onlarca çeşitle donatmaya gerek yok. Bu görgüsüzlük
insanı ölüme sürüklüyor.”
Süpermarketlerde ilginizi cezbeden yüzlerce seçenek varken masum kalmak da
zor elbette. Kendi ailesi için hazırladığı yemekleri “anneanne yemekleri”
olarak tanımlayan Pınar Hanım, sağlıklı beslenmenin yolunun sade sofralardan
geçtiğini söylüyor. Sofranızda çeşit arttıkça, vücudunuza soktuğunuz besinlerin
katkı maddeli olma olasılığı da artıyor haliyle. Üstelik gösterişli sofralar
kurmak ister istemez insanları israfa da sürüklüyor. Sanırım “organik beslenmek
için zengin olmak lazım” ülkemizde sağlıklı beslenmeyle ilgili en büyük yanılgı.
Aksine, az çeşitle eski usül yemekler yapmak daha sağlıklı gözüküyor.
Peki ne yiyeceğiz biz!
Özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanların her öğününü kendi
malzemeleriyle evde pişirmesi tabi ki mümkün değil. Ancak dışarıda da ne
tükettiğinize kendiniz karar verebilirsiniz. “Marketten aldığınız ürünün
arkasına bakın, emin olmadığınız ya da anlamadığınız bir şey olduğunda firmayı
arayın, soru sorun, öğrenin.” diyen Pınar Hanım’a göre iş, tüketicinin bilinçli
olmasına bağlı.
3 saatten fazla süren söyleşide onlarca soruya çok faydalı yanıtlar aldık. Son
olarak, bu yanıtlardan dikkatimizi en çok çekenleri (“korkunç gerçekler”
başlığıyla da yazılabilir) sıralayalım:
- Maalesef İstanbul’da kendi bahçenizde organik tarım yapmak, topraktaki ve havadaki ağır metaller yüzünden mümkün değil.
- Marketlerde satılan paket dondurmalardan uzak durmaya çalışın. Dondurma diye yediğimiz şey aslında su, şeker ve gıda boyasının bir karışımı.
- Çiftlik balığı değil deniz balığı tüketmeye çalışın.
- Kuruyemiş alırken bilindik, isim yapmış markaları tercih edin. Mahallenizdeki çerezcinin deposunun hangi koşullarda olduğunu asla bilemezsiniz.
- Zamanında bile olsa çilekten uzak durun, çünkü bünyesinde en çok hormon barındıran gıdalardan biri.
- “Himalaya tuzu”, “Maydanoz balı” gibi ürünlere hemen atlamayın. Çoğu pazarlamayla fiyatı şişirilen ürünlerden başka birşey değil.
- Dana eti yerine kuzu tercih edin; kuzu yapısı itibariyle hormonla şişemeyen bir hayvan, aksine 4 aylık bir danaya hormon yükleyerek 1.5 tona çıkarmak mümkün.
- Garip bir durumla karşılaştığınızda Alo 174 Gıda Hattı’nı arayın.
- Yapımı basit olduğu için yoğurdunuzu evde yapmaya çalışın. Günlük sütler, yoğurt yapımı için gayet uygun.
- Evinize damacana su alıyorsanız sipariş verirken damacananın yeni tarihli olmasını talep edin. Uzun süre kullanılan damacanalar bünyesinde kimyasal maddeler üretiyor.
BuGusto'yu kırmayıp Nazilli'den kalkıp gelen Pınar Kaftancıoğlu'na bir kez daha teşekkür ediyoruz.




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder